İnsan kendini nereye kaptıracak bilemiyor bazen...
Bir şehri düşündüğünüzde çoğu zaman aklınıza tek bir şey gelir. Hiç dikkat ettiniz mi bilmiyorum ama Moskova için durum biraz daha farklı. Moskova denildiğinde insanın aklına bir sürü farklı şey geliyor…
Benzersiz mimarisi, şaşırtıcı tarihi, sembol haline gelmiş matruşkaları, güzellikleri dillere destan Rus kızları, çağlara damgasını vurmuş yazarları ve onların tasvir ettiği görkemli bir şehir. Lise döneminde klasikleri okurken Rusya, özellikle de Moskova’yı görme isteği ilk kez içimde yeşermeye başlamıştı. Sonra daha güncel Rus yazarlardan olan Makanin’in Underground’u bu isteği bir kez daha uyandırdı. Derken oldukça plansız ama son dere hoş bir tesadüfle kendimi bir turla Moskova yolunda buldum. Daha da güzeli tur görmeyi çok istediğim St. Petersburg’la başlıyor ve ardından Moskova’ya devam ediyordu.
Aslında sıralama olarak Moskova’nın önce olmasını tercih ederdim. Bunun nedeni Moskova’yı görmek için bekleyemeyecek olmam değil, Moskova’nın uçakla yaklaşık 3 saat sürüyor olması. St. Petersburg ise 4 saatten biraz fazla zaman alıyor. Tamam gezmeyi seviyorum ama uçağın içinde yarım gün geçirmenin dünyayı gezmenin en güzel yanı olmadığı da kesin. Neyse ki giderken dezavantaj olmasına rağmen dönüşte Türkiye’ye Moskova üzerinden dönecek olmak durumu biraz olsun kurtarıyordu…
Rusya’nın Avrupa’ya açılan kapısı
Öncelikle ilk defa Rusya’ya geliyorsanız St. Petersburg ile ilgili bilmeniz gereken bir şey var: Burası muhtemelen Rusya’ya en az benzeyen Rus şehri. Her ne kadar çok uzun üzere başkent olarak kalmış olsa da, özellikle mimarisi diğer Rus şehirlerinden çok İtalyan tarzına sahip. İlk bakışta bunu ayırt etmek pek kolay değil ama Moskova ya da Rusya’nın diğer şehirlerini gördükten sonra farkı daha rahat görebiliyorsunuz.
Her ne kadar Rusya’nın genelinden farklılıkları olsa da Suç ve Ceza’nın geçtiği şehrin sokaklarını adımlamak bambaşka bir his. St. Petersburg’da geçirdiğiniz süre boyunca eğer meraklıysanız sanata ve kültüre doyabilirsiniz çünkü burası dünyada en çok müze bulunan şehirlerden biri.
Ermitaj Müzesi
Çok fazla zamanım olmadığı için St. Petersburg’da tek bir müze seçip, o müzeyi hakkını vererek gezmeyi tercih ettim. İtiraf etmek gerekirse bu kararı vermemde dünyanın sayılı müzelerinden Ermitaj Müzesinin St. Petersburg’da olmasının payı çok büyük.
Müzenin binası bile tek başına görmeye değer ama daha da önemlisi,içerisinde yer alan sanat eserleri. Müzede neredeyse yok yok. İçerisinde milyonlarca farklı sanat eserinin bulunduğu müzedeki tablo koleksiyonu ise inanılmaz.
Da Vinci’den, Monet’ye, Van Gogh’tan Picasso’ya aklınıza gelebilecek hangi büyük ressam varsa eserlerini bulabilirsiniz. Bu da yetmezmiş gibi Osmanlı dönemine ait pek çok eser de burada karşınıza çıkıyor. Ben Osmanlı zamanında kullanılan pek çok silah ve savaş aleti gördüm ama eski paralar, kaseler gibi pek çok değerli tarihi obje de varmış. Ne yazık ki onları görmeye vakit yetmedi. Bana kalırsa St. Petersburg’da sadece 2 gün kalmak yerine sadece bu müze için 1 hafta gelseniz ancak müzenin hakkını vererek gezebilirsiniz.
Rusya’nın kalbine yolculuk
St. Petersburg’a doyamadan sıra Rusya’nın kalbine, Moskova’ya geçmeye geldi. Keyfili bir hızlı tren yolculuğu ile geldiğimiz Moskova ise bir başka güzeldi. Geniş caddeler, yüksek ve görkemli yapılar sokaklarda gezerken size bir masaldaymışsınız izlenimi veriyor.
St. Petersburg’da pek rastlanmayan soğan şeklinde kubbelere sahip yapılar burada daha yaygın. St. Petersburg’dan bir diğer farkı da Moskova’nın çok daha kalabalık bir şehir olması. Aslında iki şehrin nüfusları birbirinden çok farklı olmayabilir, emin değilim ama Moskova’da daha bir büyük şehir havası var. Nüfusun daha yoğun olmasının sebebi aynı İstanbul’da olduğu gibi bazı yerlerde iş yerleri ve görülecek yerlerin, dolayısıyla da insanların toplanmış olması gibi geldi bana.
Gelelim yemeklere…
Rusya’ya gidiyorsanız çorba olduğu iddia edilen ama bana sorarsanız aslında çorba olmayan Borç çorbasını denemenizde fayda var. Rusya’nın milli yemeği olduğu söylenen Borç çorbasının kırmızı rengini ilk bakışta tahmin edebileceğiniz gibi salçadan kaynaklanmıyor. Bu rengi Borç çorbasına pancar veriyor. Bana kalırsa çorbadan çok, bir çeşit sebze yemeği bu Borç çorbası ama Ruslarla bu konuda tartışmaya girmenizi hiç tavsiye etmem…
Yemek konusunda seçici olan seyahat severlerin Bazı Avrupa şehirlerinde Türk restoranı bulması çok kolay olmuyor ama Moskova’da Türk restoranı bulma konusunda hiç zorlanmadım. Fakat vaktim çok geniş olmadığı için sadece tek bir Türk restoranında yemek yiyebildim. Moskova’daki Şafran restoran Rusya’nın soğuğunda sıcak bir İskender yemek için doğru bir adres.
Bu arada Moskova’nın pek ucuz bir şehir olmadığının altını çizmekte fayda var. Eğer turla gidiyorsanız bu konuda daha şanslısınız ama yine de eğer benim gibi eve bol bol hediye götürmeyi düşünüyorsanız üzerinizde planladığınızdan biraz daha fazla para olması iyi olur.
Moskova’da bir tam gün
Moskova’daki ilk durağımız, elbette Kızıl Meydan. Rusça’daki anlamı “kızıl” olan sözcüğün, aynı zamanda eski dilde “güzel” anlamına gelmesi, Kızıl Meydan'ın bugün böyle anılmasına neden oluyor.
Zamanında nice tarihi olaya ev sahipliği yapmış olan Kızıl Meydan’ın civarı bugünlerde hediyelik eşya dükkanları ile kaplanmış durumda. İçimden “Çok bir şey almayacağım, bakıp çıkarım” diye tekrarlaya tekrarlaya birine girdim. Normalde sadece eşin dostun siparişlerini bile alsam, onları taşıyabilmek için yeni bir valiz almam gerekiyordu. Ben kendimi tutamayıp bir o kadar da kendime aldım. O son matruşkayı da poşete tıkıştırdıktan sonra kendimi zorlayarak bütün mal varlığımı orada bırakmadan dükkandan çıkmayı başardım.
Kızıl meydanın simgesi olan St. Basil Katedrali’nin fotoğraflarını mutlaka görmüşsünüzdür. Daha çok Disneyland şatosuna benzeyen, adeta çocukların hayallerinde yaşattığı gibi masal diyarında olduğunuzu hissettiren St. Basil Katedrali, renkleri ve mimarisiyle göz kamaştırıyor. Ancak, bu yapıyı, bu kadar renkli ve hatta sevimli görünmesine rağmen Korkunç İvan’ın yaptırdığını öğreniyorum. St. Basil Katedrali’nin rengarenk sekiz kubbesi, alınan her bir zaferi simgeliyormuş. Önceleri som altından olan kubbeler daha sonra bu renklere boyanarak bugünkü halini alıyor. Artık, müze olarak kullanılan katedrali tasarlayan İtalyan mimarın, bu yapıyı tekrarlamaması için kör edildiği dahi söylentiler arasında yer alıyor. İvan gerçekten korkunçmuş.
Sıradaki durağımız Moskova’nın simgelerinden bir diğeri olan Teatr Estradı. Fotoğraf çekmek için mükemmel bir durak. Köprünün üstünde 5-6 poz fotoğraf çektikten sonra yola devam edip karşısındaki St. Nikolay Katedrali'ni geziyorum. Biraz etraflıca gezerseniz küçük ama güzel sanat galerilerini de dolaşabilirsiniz.
Yolculuğumuzda son durağa yani Novospaski Most'a varıyoruz. Durağın hemen karşısında Müzik Evi ve Kızıl Tepeler bulunuyor. Burası bol bol fotoğraf çekmenizi tavsiye edeceğim noktalardan biri. Bu sayede yine pek çok kareyi, hatıralarım arasına toparlayıp turu noktalıyorum.
Bir sonraki seyahatim için her zamanki gibi kararsızım. Ancak, Moskova & St. Petersburg’un bana çok iyi geldiğini söylemeden geçemeyeceğim…