Biri bana ilk hangi ülkeye gideyim diye sorduğunda cevabım net: İtalya!
Hiç yurt dışına çıkmamış biri bana ilk hangi ülkeye gideyim diye sorduğunda cevabım net: “İtalya!”. Çünkü seviyorum ben bu ülkeyi. Bunda, her köşesi tarih kokan şehir Roma’nın büyük payı var.
Avrupa’yı görmek istiyorum diyenlere her zaman Roma’yı görmelerini tavsiye ediyorum. Batı medeniyetinin kalbi bana göre Roma, ayrıca şehir tek kelimeyle bir açık hava müzesi gibi. Tarihin tam olarak göbeğinde yer alıyorsun, güzel sokaklarını dolaşırken şehrin. Roma, sokaklarında kaybolunacak bir şehir. Roma’nın neredeyse geçmişten buraya ışınlamış gibi duruyor. Şehrin hangi köşesine gidersen git, neresinde kaybolursan kaybol nefis mimariye sahip tarihi anıtlar, meydanlar, binalar, heykeller ve çeşmeler çıkıyor karşına.
Otelden kendimi şehrin tarihi bölümlerinin birbirine yakın olduğu bölgeye hemen attım kendimi. Bir şehri keşfetmenin en güzel yolu yürümek, ben de öyle yaptım. Yürüyerek keşfetmeye başladım harikulade şehir Roma’yı.
Fontana Di Trevi veya bizim tarafından bilinen adıyla Aşk Çeşmesi şehrin en ilgi çeken yerlerinden birisi. Her gelen arkasını dönüp, bir dilek tutup, cebindeki bozukluğu çeşmeye sallıyor. Barok tarzı mimarisindeki bu çeşme, Roma Belediyesinin en büyük gelir kaynaklarından.
Bir defa bozuk atarsan Roma’ya bir daha geleceğine işaret; iki defa atarsan Romalı güzel bir kıza veya erkeğe aşık olacağına; 3 defa bozuk para atarsan ise Romalı biriyle evleneceğine inanılıyor. Ben halimden memnun olduğumdan çeşmeye para atmadım tabi, dondurmamın veya İtalyanların deyişiyle galeteriomun keyfini çıkararak insanları izledim.
Trevi Çeşmesi’nin çevresindeki dar sokaklara bayılıyorum. Şirin dükkanlar, davetkâr cafeler, şık restoranlar, vitrinlerini bir bakışla geçmenin haksızlık olduğu küçük dükkânlar... Bundan 10 yıl önce, ilk defa bu şehre ayak bastığımda şehre aşık olmama sebep yine bu sokaklardı.
Roma’ya gelen hemen her turistin yaptığı gibi, gidip İspanyol Merdivenleri’nin (Trinita dei Monti) basamaklarında oturdum. Altüstü bir merdiven, ama 1725’de yapılmış kelebek şeklinde mimariye sahip dünyanın en ünlü meydanlarından biri. Roma’ya uğrayıp da bu merdivenlerde oturmamak olmaz. Rönesans devrinde de çok ünlü olan merdivenlerde, İspanya’dan gelen, çoğu yirmi yaşlarının altında gençlerle tanıştım. Bizimkiler yan komşuya gönderse merak eder, bunlar 1 haftadır Avrupa’nın altını üstüne getiriyorlarmış.
Vatikan
Katoliklerin dini merkezi Vatikan’ın ünlü San Pietro meydanı hayatımda gördüğüm en görkemli meydanlardan. Bernini tarafından tasarlanan, 284 sütun, benim gibi fotoğraf çekmeyi sevenler için etkileyici. Kiliselerin ihtişamı, süslemeler, mistik dokusu ile sarmaladı beni burası. Meydanda yer alan, Hristiyan dünyasının en büyük bazilikası San Pietro Bazilikası’nda aynı anda 20.000 insan dua edebiliyor. Şaşırtıcı bir mimari, hayran kaldım.
Michelangelo tarafından yapılan ünlü Musa heykeli ve II. Julius’un mezarı bu bazilikada yine. Pek çok değerli sanat eserlerine ev sahipliği yapan Sistine Chapel’e girmek için ise kısa şort giymemiş olmak gerekiyor.
Roma denince aklıma ilk olarak gelen resim Colleseum (Kolezyum)
benim. Belki de izlediğim filmlerin etkisi olsa gerek, ama daha önce hiç görmemiş olsaydım da Roma’nın resmi yine Kolezyum olurdu benim için. M.S. 80 yılında tamamlanmış, 55 bin kişilik bu ihtişamlı yapı binlerce yıl sonrasında bile hala ayakta. Etkilenmemek ne mümkün, içerisine de girip tarihi kokladım, fotoğraflar çektim.
Roma’nın kurulu olduğu 7 tepeden biri olan Palatino Tepesi üzerindeki Roma Forumu da Kolezyum’a yakın. Binlerce yıllık tarihin şahidi kalıntıları görünce, Roma neden açık hava müzesi olarak anılıyor kolayca anlaşılıyor. 2000 yıllık kalıntılar, Antik Roma’nın mirası.
Roma’nın simge yapılarından ünlü Pantheon, Tanrıların Tapınağı olarak adlandırıyor. 7. Yüzyıldan beri kilise olarak kullanılan tapınağın, tam 43 metrelik kubbesiyle bir mimari şaheser. Ayasofya yapılana kadar en büyük kubbeye sahip tapınaktı. Tavan işlemelerindeki incelik eşsiz.
Senelerce Kadim Roma İmparatorluğu’nun başkentliğini yapmış Roma şehri, İstanbul gibi 7 tepe üzerine kurulu. Şehrin harika bir planı var, ızgara şeklinde dizilmiş caddeleri bir yerde diğerleriyle kesişip, her biri insanın ağzını açık bırakacak güzellikte heykeller ve anıtlarla süslenmiş meydanlara açılıyor.
Bunlardan Piazza Del Popolo, Fransız asıllı Romalı mimar Giuseppe Valadier tarafından 1809-1816 yılları arasında şekillendirilmiş müthiş bir meydan. Piazza Navona ise Roma’da hayatın en canlı olduğu yerlerden birisi. Şimdilerde ressamlar, müzisyenler, karikatüristler sokağı şenlendiriyor, oysa geçmişte mızraklı atlıların dövüş gösterilerinin yapıldığı bir yerdi. Meydandaki Bernini’nin eseri 4 Nehir Çeşmesi (Fontana dei Quattro Fiumi) en az Trevi Çeşmesi kadar etkileyici.
Piazza Navona’da oturup sokak sanatçılarını ve etrafında çalıştıkları insanın ağzını açık bırakacak tasarımdaki çeşmeyi seyretmek, paha biçilemez. Damak şenlendirici Croissant ve bir fincan espresso bu sahneyi çok iyi tamamladı.
Roma, yeme-içme konusunda damak zevkime tam olarak hitap eden bir şehir. Pizza, makarna, peynir, zeytinyağı ve sebze ağırlıklı mutfağıyla leziz menülere sahip. Dileyen şahane kırmızı şarap eşliğinde biftek veya etli diğer yemekleri tercih edebilir. Buraya gidip de aç kaldım diyeni ıslak sopa ile dövmeli!
Pizza için Pizzeria Bafetto veya Pizzaria da Remo; Makarna için Pastaficio; meşhur Roma dondurmasını tatmak için Giolitti adları, Foursquare’den not edilmeli. Trevi çeşmesinin hemen çaprazındaki Bar Gelateria dondurmacısı ıskalanmayacak bir yer. Aklım gitti şimdi dondurmasının lezzetine.
Roma; binlerce yıllık antik kalıntıları, anıtları, heykelleri, kiliselerinin olduğu tarihi dokusuyla; sanat ve estetiğin harmanlandığı sokaklarıyla ruhları besleyen romantizme sahip, beni kendisine derinden bağlayan muhteşem bir şehir. İlk defa yurt dışın turu yapacak olanların listenin başına kaydetmesi gereken bir şehir. Gidin, görün, büyüleyici atmosferini hissedin!